Bu yazı Teal Swan’ın “Why Women Give Mixed Messages - Women in the Work Place” (Kadınlar Neden Çelişkili Mesajlar Verirler – İş Hayatında Kadınlar) başlıklı videosu* üzerine yazıldı. Videoda Teal bir medyum vazifesi görerek kolektif kadın psişesindeki temel ikiye bölünmüşlüğe kanallık yapıyor. Bu bölünmüşlüğün parçalarından biri geleneksel kadın rolünü benimseyen tarafımız, diğeri ise geleneksel kadın rollerinden nefret eden tarafımız. Ben okurken kolaylık sağlasın diye geleneksel kadın rolünü benimseyen tarafa Jane, benimsemeyen tarafa da Gail ismini verdim.
Öncelikle şunu söylemek isterim ki her birimizin hem feminen hem de maskülen özellikler taşıdığımızı ve insan için sağlıklı olanın bu iki kutbu dengelemek olduğunu biliyorum; fakat nasıl ki sağlıklı bir ego geliştirmeden egonun ötesine geçemiyoruz, sağlıklı bir dişilik geliştirmeden de maskülen yanımızı kendimize entegre edemiyoruz kadınlar olarak. Erkekler de sağlıklı bir erkeklik geliştirmeden içindeki feminen yanı kendine entegre edemiyor. Bu arada kişinin feminen ve maskülen yanını dengelemesinden kastedilen de muğlak oluyor genelde. Teal Swan ise bu dengeden androjenlik olarak söz ediyor ve nesiller sonra varacağımız yerin burası olduğunu; ama içinde bulunduğumuz çağda bir kadının kadınlığını iyice sahiplenmesinin, fakat bunu yaparken maskülen taraflarını kendi feminenliğine katkı sağlayacak şekilde kullanmasının ve erkeğin erkekliğini sonuna kadar sahiplenerek feminen taraflarını maskülenliğine katkı sağlayacak şekilde kullanmasının elzem olduğunu söylüyor. (Hetero olmayan kişilerin ilişkilerinde ise bunun çok daha kompleks, katmanlı ve şahsa özel olduğunu, ilişkide kimin hangi rolü hangi alanlarda benimseyip kimin ne zaman hangi durumlarda kapsayıcılık sağlayacağının belirlenmesi, rolsüzlük tuzağına düşülmemesi gerektiğini...)
Örneğin benim bu yazıyı yazıyor olmam böyle bir kombinasyon. Yazının içeriğini, ilham vesilesiyle oluşturuyorum ki bu feminen bir özellik, kendimi fikir üretmeye zorladığım takdirde akış duruyor, aklıma kesinlikle hiçbir şey gelmiyor. Yazılan şeyleri birbirine bağlamak, başlangıcı ve sonu olan bir metne dönüştürmek, bir yapı oluşturmak, kaosu düzene çevirip anlamlı bir bütün haline getirmek ise maskülen özellikler ve bu maskülen özellikler feminen yönümü, yaratıcılığımı destekleyen bir işlev görmüş oluyor burada. Öte yandan bu maskülen özellikleri de çok uzun süre sergilersem akış yine duruyor. Bu yüzden onların kullanılma süresini ve sıklığını da düz, sert, yani maskülen bir şekilde düzenlemekten kaçınmalı; yuvarlak, dalgalı, yani feminen bir hale sokmalıyım. Örneğin 15-20 dakikada bir küçük aralar vermeli, arada durup nefes almalı, belki kalkıp birkaç adım atmalı, 1-2 saatlik yazma periyodunun ardından bedenimle temas kurmalı -yoga, yürüyüş gibi şeyler yapmalı- ya da bambaşka bir işle -yemek hazırlamak, çay yapmak, kedi kumunu temizlemek gibi gündelik işlerle mesela- uğraşmalıyım. Elbette, bu benim için böyle olsa da başka bir kadın için çok başka türlü olabilir, hatta benim için de bazı günler bambaşka bir biçim alabilir.
Teal bir röportajında şöyle söylüyor: “Maskülenlik ve feminenlik hikayesi kadınlık ve erkeklikten çok önce başlamıştır. Evrendeki her şeyi bu iki kategoriye ayırarak tanımlayabilirsiniz. Mesela, ışık: maskülen, karanlık: feminen; bilgi: maskülen, bilgelik: feminen. Bu iki kategoriye bu kadar yukarıdan bakar, konuyu bu kadar basitleştirir, insanlar arasındaki feminenlik ve maskülenlik ayrımıyla ilgili olmaktan çıkarır ve ondan sonra insanlık için maskülenlikte ya da insanlık için feminenlikte öne çıkan özelliklerin ne olduğuna bakarsanız insan dişisinin başat özelliğinin alıcılık, kabul; insan erkeğinin başat özelliğinin ise ileri hareket, sahiplenicilik olduğunu görürsünüz.” Ardından buradan yola çıkarak herkesin bireysel şekilde kadınsa kendi dişiliğine, erkekse kendi erkekliğine nasıl destek verebileceğini daha rahat görebileceğini ekliyor.
Kendinden verdiği örnekte işi gereği pek çok maskülen özellik sergilemesi gerektiğini, üstelik bu özellikleri de çok büyük kolaylıkla, “keşke erkek olsaydım” dedirten bir kolaylıkla sergileyebildiğini çünkü kendisinin maskülen yanı ağır basan, daha feminen olan kadınları tüketebilecek yoğunlukta rekabetten hoşlanan bir kadın olduğunu; buna karşın bu özelliklerle çok fazla meşgul olursa mutsuzlaştığını, metalikleştiğini, çok dikkatli olmaz ve bu erilliği dişilikle dengelemezse bundan zarar gördüğünü belirtiyor. Öte yandan bu maskülen özellikler sayesinde dünyada pek çok insana düşüncelerini ulaştırıyor olması vesilesiyle dişiliği zayıf gören ve baskılayan bu düzenin değişimine katkıda bulunduğunu bildiği için bunları dişiliğini destekleyen özellikler olarak gördüğünü de söylüyor. Röportajı yapan adam için verdiği örnekte de bu adamın, maskülenliğin başat özelliklerinden olan sahiplenme ve dişisine güvenli bir alan, bir kutu oluşturma gibi şeyleri yapabilmesi, kız arkadaşına kendini güvende hissettirmesi için dişil bir özellik olan şefkati biraz daha öne çıkarması gerekiyor olabileceğinden, bu durumda şefkatin, dişil bir özellik olmasından bağımsız olarak bu adamın maskülenliğini besleyeceğinden bahsediyor.
Bu yazıya konu olan videoya geri dönersek, Teal’ın bu videoda kolektif kadın psişesindeki temel ikiye bölünmüşlüğü oluşturan iki parçaya kanallık yaptığını söylemiştim. Bu iki tarafın neyi temsil ettiğini Jane’in (geleneksel kadın rolünü benimseyen tarafa Jane, benimsemeyen tarafa da Gail demiştik) şu sözleri özetliyor aslında: “Ben bir erkeğin gerçekten erkek gibi olmasını, benim için kapıları açmasını, beni korumasını, benim için sorumluluk almasını istiyorum. … Ama Gail bana bunların utanç verici olduğunu söylüyor.” Bu sözlerden Jane’in içimizdeki dişi özü, Gail’in ise dişilikten utanan tarafımızı, erkeklere ve ataerkil düzene kendini ispatlamak isteyen, bu yüzden de kendi kendine yettiğini ve bir erkeğe ihtiyaç duymadığını göstermek üzere çabalayan tarafımızı temsil ettiğini anlıyoruz. Az önce Jane’in söylediklerini okuyan kadınların içindeki feminist öfkeli bir şekilde “Bir erkeğin himayesini istemek mi? Feminizme ihanet bu” diye düşünüyor olabilir örneğin. İşte bu yanımız Gail’dir, yani dişil özümüzden utanan yanımızdır.
Gail dişilikten utanır çünkü birincisi, bu düzen sürekli olarak dişiliği zayıflıkla ilişkilendirip küçümsemektedir, dolayısıyla Gail saygı görmek istiyorsa Jane’e hayatında yer olmaması gerektiğine inanır, açıkçası haksız da değildir. İkincisi de kendine yeten “güçlü” bir kadın olmadığı takdirde hayatına baskıcı/kontrolcü/zorba olmayan bir erkeğin girme şansının oldukça azaldığını içten içe bilir; ama bundan kaçınırken de kendini pasif, sorumsuz, çocuksu erkeklerle bulur. Zira çocukluklarında anneleri tarafından koca ikamesi olarak kullanılmış olan, yani annelerini psikolojik/duygusal anlamda da olsa korumak, kollamak, kendi ihtiyaçlarını hiçe sayıp annelerini mutlu etmek zorunda kalmış ve bunu hem annelerinin bu ihtiyaçlarını karşılayıp hem de sağlıklı bir duygusal gelişim geçirmelerinin mümkün olmadığı yaşlarda yapmış oldukları için gelişimleri sekteye uğramış, ileride olgun birer erkek haline gelmeleri baştan engellenmiş oğlan çocukları yetişkin olduklarında bir kadının sorumluluğunu almaktan köşe bucak kaçar ve bunu isteyen kadınları öcü gibi görürler, bu kaçınganlıklarını da kendine yeten kadınları yüceltip himaye isteyen kadınları küçük görerek rasyonelize ederler. Biz kadınlar da -yani pek çok modern kadın- bu bakış açısını içselleştirip erkekleri korkutmayacak kadınlar (Gail gibi kadınlar, içimizdeki Jane’i baskılayan kadınlar) haline gelmeye gayret eder, kendi alışverişimizi kendimiz yapar, paramızı kazanır, ağır paketlerimizi kendimiz taşır, savunma sporları öğreniriz vs.
Kısacası, kadın olmaktan, yumuşak olmaktan, alıcı, açık, kabul edici, himaye isteyen, korunmaya ihtiyaç duyan olmaktan utanırız çünkü öyle olmak küçümsenmek, itilmek, saygı görmemek, horlanmak ve bir çok durumda da ya erkeksiz olmak ya da hayatımızdaki erkeğin baskısı altında ezilmek demektir. Bu yazgıya boyun eğmemek için dişiliğimizi baskılayınca da annesinden ayrışamamış mezkur erkeklerle eşleşir, annesinden ayrışamamış erkeğin sorumsuzluğunu ve onun sahiplenme, gözetme konusundaki eksikliğinden duyduğumuz yoksunluk hissini telafi etmek için kendi erkek ve kız çocuklarımızı erkekleştiririz, yani yukarıda bahsetmiş olduğum gibi, duygusal/psikolojik olarak çocuklarımızdan koruma talep eder, bizim onları duygusal olarak korumamız gerekirken bunu onlardan biz bekleriz. Böylece onları da özlerinden koparmış, yetişkinliklerinde sorumluluğun s’sinden tiksindiği için asla sorumluluk almayan ya da sorumluluk alsa da bunu baskı ve kontrolle birleştiren erkekler ve yumuşaklığın y’sinden bihaber ya da yumuşaklığı manipülatif bir fedakarlığa kayan kadınlar haline gelmelerine yol açmış, bu koca ataerkil sisteme bir dişli de biz eklemiş oluruz.
Dişiliğimizi inkar etmeyip tamamıyla sahiplendiğimizde ne olur peki? Dişiliğini inkar etmeyen Jane, varlığının ilhamla eyleme geçtiğini, ona doğal gelenin öncülük etmek değil, hayatın kendi içinden akarak geçmesine ve bu sırada onu dönüştürmesine/onda bir tepki oluşturmasına izin vermek olduğunu söyledikten sonra çalışma/iş hayatı denince akla gelen geleneksel yapının buna uygun olmadığını, belli bir programa uyması gereken bir iş yaptığı takdirde akıntı yön değiştirdiği zaman onunla birlikte akma şansının kalmayıp akıntıya direnmek, katılaşıp sertleşmek zorunda kaldığını belirtiyor. Gail de başlarda Jane’e karşıymış gibi görünse de daha sonra aslında o da akıntıya karşı kürek çekmek istemediğini, işini yaparken kendi doğal ritmine uygun hareket edebilmeyi arzu ettiğini anlıyor: “İşimde harika olmak, onu çıkarabildiğim kadar üst seviyelere çıkarmak istiyorum. Ama bunu yaparken kendimde feminen olan her şeyi yok etmek istemiyorum. Bunu yaparken yumuşaklığımı kaybedip katılaşmak istemiyorum. Bunu yaparken aylık adet döngüm olduğu gerçeğini hiçe saymak istemiyorum.”
Böyle sözler karşısında erkeklerin tepkisi -hatta genel olarak çoğu insanın tepkisi- “Sanki hepimiz istediğimiz her şeyi istediğimiz zamanda mı yapıyoruz? Hayat böyle bir şey. Bir tek sen misin istediğini yapamayan, istemediği işte çalışan ya da bir şeyi istemediği bir anda yapmak zorunda kalan?” biçiminde oluyor; fakat işte tam da bu tavır, dişiyi dişiliğinden koparıp erkekleşmeye, bu vesileyle onu çocuklaşmış/dişileşmiş (sorumluluk almak istemeyen, dişisini gözetmek, ona güvenli bir alan yaratmak yerine tam tersi, dişisi tarafından gözetilmeyi bekleyen) erkeklerle ilişki kurmaya, bunun sonucunda da kendi çocuklarını ebeveynleştirmek suretiyle onları kendi özlerinden koparmaya, yani gerçek dişilikten ve gerçek erillikten uzak yetişkinler üretmeye iten toksik ataerkil sistemi besliyor. Evet, çoğu insan istemediği şeyler, istemediği, sevmediği işler yapıyor; ama bu sürdürülebilir bir durum değil (bunu sürdürebildiğimizi sanmamızın tek nedeni zihinsel, duygusal, hatta fiziksel sağlığımızın günbegün bozulduğunu görmeyi reddetmemiz ya da göremeyecek kadar kendimizden kopmuş olmamız), böyle bir şeyi insan sadece kısa bir süreliğine kabul etmeli. Aksi takdirde, kişi sırf mecbur hissettiği için, “Başka insanlar istemediği işlerde çalışıyorsa ben de çalışmalıyım” düsturuyla, başka bir alternatif olup olmadığına bile bakmadan bunu körü körüne kabul etmiş oluyor. Bu hem kişinin kendine büyük haksızlık hem de enerjiyi çarçur etmek, kaynakların yanlış kullanımı. Kaldı ki bu toplum erkekler tarafından, erkekler için oluşturulmuş olduğundan, iş hayatı kadınlar için bir cehennem. Yani erkekler ve kadınlar için şartlar aynı görünse dahi aynı değil; çünkü içinde bulunulan yapıdan iki taraf aynı biçimde etkilenmiyor.
Bu tuhaf ama bir o kadar da kanıksanmış zihniyet** gebelik ve doğum süreci için de geçerli. Jane’in bu konudaki serzenişine bakalım: “Hamile kaldığımda yapmam gereken şey kendimi tamamen açıp hamilelik sürecinin kendi kendine ilerlemesine izin vermektir. Ne var ki birileri bana ‘Üzgünüm, nasıl hissediyor olursan ol, şu saatte kalkmak zorundasın, istemesen de şu saatte yatmak zorundasın, bitkin de olsan çalışmak zorundasın vs’ derse ben bu sürecin doğal akışına teslim olamam.” Modern kadınlara hamilelik konusunda da yüklenildiğini hepimiz biliriz. Kırsaldaki kadınlardan, onların nasıl da doğum yapar yapmaz hayatına, işlerine geri döndüğünden dem vurularak modern kadına şımarık muamelesi yapılır.
Öncelikle, evde doğum yapıp doğumun hemen ardından çocuğunu sırtına bağlayarak hayatına devam edebilen kadınlar doğumhanede doğum yapanlara göre çok daha iyi durumdadırlar. Modern doğum yöntemleri baştan sona berbattır. Bunun detaylarını, doğumhanedeki ışıkların, soğukluğun, doğumun yatar pozisyonda yapılmasının, çocuğun anneden koparılmasının ve daha birçok şeyin çocukta ve annede ne kadar büyük travmalara yol açtığını; böyle olmayan, doğal seyreden doğumların ardından annelerin çocuğunu göğsüne (ya da sırtına) bağlayarak çocuğuyla birlikte günlük işlerine rahatça devam edebildiğini, doğumhane doğumlarındaysa ne annenin ne de çocuğun hemen kendine gelebildiğini, ikisi arasında kurulması gereken bağın da çoğu zaman gereğince kurulamadığını Joseph Chilton Pearce’ın Sihirli Çocuk kitabında okuyabilirsiniz. İkincisi, velev ki berbat bir doğum deneyimi yaşadığı, çok ağrısı olduğu halde modern kadın gibi günlerce yatamayan, hayatında ona bakacak kimsesi bulunmayan, ağrılarına rağmen işine gücüne devam etmek zorunda kalan bir kadından bahsediyor olalım. Burada savunulması gereken şey nasıl olup da bir kadının hasta olduğu halde iş yapmaya devam etmesi olabilir? Bu zalimliği yüceltip hasta ve yıpranmış bir insanın bakım görmesini şımarıklık saymak son derece çarpık bir bakış açısından kaynaklanmaktadır.
Teal Swan’ın, bu kez erkek psişesindeki bölünmeyi gösterdiği videosunda da (“The Split in Modern Man - Men and the Traditional Male Role”)*** erkeğin gerçek doğasını temsil eden parça şunları söylüyor: “Bir kadından bir şey beklemenin okyanusu hapsetmeye benzediğini düşünüyorum. Kadınların yabanıllığını seviyorum.” Ve günümüz erkeklerini, kadınları sahiplenmek/gözetmek yerine şu iki ekstrem yaklaşımdan birini benimsedikleri için eleştiriyor: Kadınların bir kalıbın içine hapsolmasını bekleyip onları kontrol etmeye çalışmak ya da işleri tersine döndürüp kadınlar tarafından gözetilmeyi talep etmek. Bu ikinci durum söz konusu olduğunda da kadınlar ve erkekler olarak birbirimizin hayatında yerimizin kalmadığını ve birbirimizi çekici bulmadığımızı söylüyor. Söylediği bir başka şey de şu: “Sahiplenmek benim doğamda var. Benim yaptığım şey budur. Sahiplenmek. Dolayısıyla eğer kadınını başka bir erkeğin sahiplenmesini istemiyorsan onu sen sahiplenmelisin. Nokta. Bu apaçık bir gerçek. Eğer kadınına duygusal olarak ya da fiziksel olarak vs sahip çıkmazsan başka bir erkek gelip onu alır. Ayrıca durum buysa da o kadını o adam hak etmektedir.”
Jane de şöyle diyor: “Sertleşmek istemiyorum. Katılaşmak. Katı, sert olup kendimi herhangi bir şey karşısında savunmak zorunda kalmak istemiyorum. Himaye edilmek, gözetilmek istiyorum. Güvenli bir kutunun içinde olmak istiyorum; fakat o kutunun ya da o şekilde sahiplenilmenin beni hapsetmek anlamına geldiği zannedilmesin; aksine, genişlemem için bana olanak sağlanmış oluyor. Yani … himaye altında olmadığımda çok sınırlanmış oluyorum, katılaşıyorum, geriliyorum. Ama etrafımda böyle bir kutu olması, beni tamamen koruyan bir erkeğin olması bana istediğim gibi gelişip büyüyebileceğimi, serpileceğimi hissettiriyor. O zaman sınırsız hissediyorum.” Jane burada, etrafında bir erkeğin kapsayıcılığını hissettiği zaman kısıtlanmış değil; aksine, kısıtlamalardan özgürleşmiş hissettiğini söylerken bu his sayesinde kendi kendini koruma güdüsüyle sürekli tetikte olmayı bırakıp nihayet yaratıcılığını özgürce ifade edebilecek fırsata sahip olduğunu anlatıyor aslında.
Bu noktada bir kadını sahiplenmenin, çocuk sahibi olmaya pek çok açıdan benzediğini görebiliriz. Nasıl ki günümüzde yetişkinler bir çocukla nasıl ilgilenilmesi gerektiğinin bilincinde olmadan çocuk sahibi olup sonra onunla gereğince ilgilenecek isteğe ya da donanıma sahip olmadıklarını fark ederek çocuğu kendi istedikleri kalıba sokmak, kendilerini rahatsız etmeyecek, onlara kendi eksikliklerini hatırlatmayacak, onların kendi çocukluk travmalarını tetiklemeyecek şekilde çocuğu belli davranış kalıplarına hapsetmek istiyorlar, annesi ya da genel olarak ataerki tarafından travmatize edilmiş erkekler de bir kadının saadet içinde yaşamını sürdürmesi için gerekenleri bilmeden bilinçsizce ilişkilere dalıp sonra ilişkide oldukları kadını olmadığı bir şeye dönüştürmeye, daha çok da anneleştirmeye çalışıyor, ama bunu yaparken aslında onu erkekleştiriyorlar. Ayrıca çocuk tamamen serbest ve gözetimsiz bırakıldığında kafa karışıklığı yaşayıp hareketsiz kalacağı, yeni şeyler denemekten kaçınacağı, oyun oynamayı bırakacağı için ve ona güvenli sınırlar çizildiğinde asıl, sınırsızca oyun oynayıp dünyayı keşfedebileceği için nasıl ki sınırlara, rehberliğe, korunup kollanmaya ihtiyaç duyuyor kadın da sınırsızca yaratıcı olabilmek ve kendini özgürce ifade edebilmek için güvenli sınırlar içinde kapsanmaya, bir erkeğin liderliğine ve korumasına ihtiyaç duyuyor.
Bunun haricinde, kadın ve erkek biyolojisindeki av-avcı durumundan dolayı da kadın kendini rahat ve güvende hissetmek için himaye edilmeye ihtiyaç duyuyor. Dr. Shefali Tsabary Kadının Uyanışı adlı kitabında şöyle diyor: “Doğa, erkeklerin sürekli olarak eylemde olmasını ister, bu yüzden onları kolayca uyarılmaya yöneltir ki erkekler ‘işini’ yapabilsin. Erkek biyolojisinin erkeğe dayattığı şeyler uyku, yemek ve sekstir. Bu bizim için de böyledir, ama seks kısmı bize onlara olduğu kadar yük olmaz. Yumurtlama döngümüz yirmi sekiz ila otuz gündür. Erkeklerse yirmi dört saatlik bir hormonal döngünün etkisi altında yaşarlar. Bu bir erkeğin cinsel olarak bir kadından çok daha sık uyarılmasına neden olur. Erkeğin cinsel dürtülerini testosteron yönetir ve çoğu erkeğin vücudunda kadınların sahip olduğundan on ila elli kat fazla testosteron bulunur. Sadece bu hormon bile aramızdaki bütün farkları yaratma kapasitesine sahiptir. Erkeğin kanında bu oranda testosteron dolaşıyor olması, onun kadından tamamen farklı bir zihniyetin boyuduruğunda olduğu anlamına gelir.” Başka bir yerde de şunu söylüyor: “Kadınlar sürekli savunmada olmak zorundadır. Kadınlar olarak bizim payımıza düşen budur ve bunu kurban zihniyetine kapılmadan ne kadar çabuk kabul edersek o kadar iyidir.”
Bunları tüm erkeklerin tacizci, tüm kadınların da daima tehlike altında olduğunu söylemek için alıntılamıyorum. Bunlar ilkel, hayvani, biyolojik yönelimlerimizdir sadece ve bizler hayvan tarafımızı aşmaya yönelmiş bir türüz. Söylemeye çalıştığım şey biyolojimizin hep arka planda işler halde bulunduğu, bizi sandığımızdan daha çok etkilediği, ve aslında bizi biz (kadını kadın, erkeği erkek) yaptığı ve biyolojimize dair farkındalık sahibi olduğumuz takdirde bu farklılıkları lehimize kullanıp daha sağlıklı ilişkiler kurabileceğimizdir. Dr. Shefali Tsabary şunu da söylüyor: “[Erkekler] sahip oldukları, neredeyse günlük bazda yatıştırılması gereken cinsel dürtüyü tatmin etmek için bazen bizi nesneleştirirler. Doğa bu nesneleştirmenin istismara dönüşmesini amaçlamamıştır. Bunu toplum, kadınları acımasızca boyunduruk altına alarak yapmıştır. Doğanın erkeklere dayattığı bir pratik vardır, evet, ama bunun istismar anlamına gelmesi gerekmez. … Doğanın bu yüksek şehveti erkeğe vermekteki amacı onun dişiye kendini zorla kabul ettirmesini ya da dişiyi vahşice baskılamasını sağlamak değildir. Bunu yapan ataerkidir.”
“Kadının vajinasına soktuğu bir penise sahip olmakla, bir erkek sınırları aşmaya zaten aşinadır. Sadece bu edimin doğasında bile, en sevgi dolu şekilde bile yapılsa dahi, bir başkasının sınırlarına girme söz konusudur. Erkeğin, kadının içine girişi agresyon gerektirir. Erkeğin bedeninin dışında yer alan penis bir savaş aleti gibi işlev görür. Erkeklerin kolayca saldırganlaşabilmesi ve baskı kurabilmesinin nedenlerinden biri de budur. Bu, uç noktaya taşındığında toksik maskülenlik haline gelir.” diye ekliyor Dr. Shefali Tsabary. Dolayısıyla kadın korunması, himaye edilmesi gerektiğini, ancak ve ancak bu korumaya sahip olduğu takdirde gevşeyip kendini akışa bırakabileceğini, aksi takdirde sürekli tetikte olan bir ceylan gibi olacağından yumuşaklığını, dolayısıyla da dişiliğini koruyamayıp katılaşacağını ve sertleşeceğini içgüdüsel olarak biliyor. Erkek de (erkeğin kendi özünden kopmamış olan parçası yani) eşine sahip çıkması gerektiğini biliyor.
Teal’ın erkek psişesindeki bölünmüşlüğe kanallık yaptığı videoda doğasından kopmamış olan parça şöyle söylüyor: “Eğer yeterince farkındalık sahibi değilsek ve dürtülerimizi egemenliğimiz altına almamışsak dürtüsel olarak birbirimizin kadınlarını almaya meylediyoruz. Böyle bir şey olsun istemem. Bu yüzden, içinde yaşadığın topluluktaki diğer erkeklerin böyle bir şey yapmayacağına güveniyor olman gerekir. Ayrıca bir kadını başka bir erkeğin cazibesine kapılacak duruma düşürmemek de senin sorumluluğundadır. Ama… Diğer erkeklere tamamen güvenemeyeceğimi hissediyorum. Ve özellikle de bugünün dünyasında hayatımızın çoğunlukla bunun olmaması için birbirimizi korkutmakla geçtiğini düşünüyorum. Bu da berbat bir şey. Çünkü daha özgürce yaşamayı tercih ederim.” Görüldüğü gibi dürtülerimiz ile modern hayattaki yaşam tarzımızı birbirine entegre etmek için gözetmemiz gereken hassas dengeler söz konusu biz insan hayvanları için. Hajo Banzhaf Tarot ve Kahramanın Yolculuğu adlı kitabında Güneş kartını açıklarken kahramanın koca bir yolculuğu tamamladığı noktaya varmış olduğu o anda “medeni insanoğlunun kendi hayvansal doğası ile uzlaşması”nın söz konusu olduğundan bahsediyor. Elbette saf ama budala kahramanın ebeveynlerinden ayrılarak güçlü bir benlik oluşturmaya başlamasını, dışarıyı keşfedip bilinçlenmesini, ardından da içe dönüp kendi gölgeleriyle karşılaşmasını, egosunun ölümünü, son olarak da gölgeden çıkıp tekrar baştaki masum hali gibi bir sadeliğe sahip ama aynı zamanda da olgun biri haline gelişini, dönüşümünü ve tamamlanmasını içeren bu yolculuk hayattaki yolculuğumuzu olduğu kadar daha küçük, mesela aylık (kadınlar için regl döngüsü gibi), hatta günlük döngülerimizi ve çeşitli konulardaki gelişim yolumuzu da temsil ediyor. Yani hayvansal yanımızla medeni yanımızı uzlaştırma kavramı bir kere halledilip bitirilecek bir sondan ziyade hayat boyu sürekli üzerinde çalıştığımız, tekrar tekrar farklı şekillerde karşımıza çıkan küçüklü büyüklü süreçleri ifade ediyor.
Aynı kitapta Banzhaf Doğa Ana’yı ve insanın ilahi dişil özünü temsil eden İmparatoriçe ile medeniyeti ve insanın ilahi eril özünü temsil eden İmparator kartlarından bahsederken şu açıklamaları yapıyor: “Doğa Ana kendisini asli vahşiliği ile gösterirken İmparator bu vahşiliğin göbeğinde tarlaları nasıl ekeceğini ve içinde insanların kendilerini doğanın çalkantılarına karşı güvende hissedecekleri korunaklı alanları nasıl inşa edeceğini bilir. … Doğa Ana dairesel değişim döngüsünün özü iken İmparator bu dalgalanmaları mümkün olduğunca dengelemeye ve düzenlemeye gayret eder. … İmparator bu dalgalanmaları dengelemek için tahıl siloları ve buzdolapları yapar, doğanın ısı değişimlerine hazırlıklı olmak için ısıtıcılar ve klimalar üretir. Sağlıklı bir ölçüde olduğu takdirde İmparator’un çabası doğru uygarlaşma, yani doğanın ham ve ilkel vahşiliğinin ıslahı demektir (Bunu kadının gözetilmek üzere himaye altına alınmasına, Jane’in söz ettiği güvenli kutuya benzetebiliriz. Senem’in notu). Ancak İmparator’un gücünün aşırıya kaçması bizi tüm dairesel döngülerin doğrulmasına, düz akmaya zorlanan nehirlere, beton ormanlarına, asfalt yığınlarına, monoton parklara, kare biçimi verilmiş ormanlara ve yapay, plastik bir dünyanın steril çoraklığına götürür (Bu da kadınların baskı altına alınmaya çalışılmasına, ataerkil zihniyetin dayatmalarına, zorbalığına benzer. Senem’in notu).” Fakat ne acıdır ki bu “görev” gelişim çağında adeta iğdiş edilmiş yetişkin erkekleri, aslında ne kadar güçlü olduklarının, sahip oldukları potansiyelin ne kadar büyük olduğunun, yapabileceklerinin, başarabileceklerinin, yaratabileceklerinin ne kadar fazla olduğunun bilincine varamadıkları için o kadar korkutur ki, böyle erkekler kadınların maddi-manevi gözetilme isteğini bencilce bir şey olarak algılar, “bu dalgalanmaları (kadının dalgalanmalarını) mümkün olduğunca dengelemeye ve düzenlemeye gayret etmek” şöyle dursun kadının, doğasındaki bu özelliği sahiplenerek erkekten bu konuda destek beklemesini de kadının kibri olarak görürler. Burada kastedilen kadının kimseyi, kimsenin ihtiyaçlarını umursamadan istediği gibi davranma hakkına sahip olduğu değil; ancak onun akışkanlığına destek verildiği zaman kadının çevresindeki insanları hakkıyla gözetebileceğidir.
Diğer yandan buradaki anlatıma bakınca dişiliği zayıflıkla özdeşleştirmenin ne kadar saçma olduğunu da görebiliriz. Teal da dişiliğin zayıflık anlamına geldiği düşüncesinin suyun zayıf olduğu düşüncesi kadar saçma olduğunu söylüyor. Gail ise bu zayıflık vurgusundan duyduğu rahatsızlığı şöyle dile getiriyor: “Herkese hatalı olduklarını ispatlamak istiyorum. İnsanların bana bakıp sırf kadın olduğum için bir şeyin altından kalkamayacağımı söylemesinden bıktım.” Buradaki bıkkınlık aslında söylenen bu tarz şeylerden ziyade söylenenin taşıdığı anlamdan kaynaklanıyor. Kadın şoförlerin aşağılanmasına, yer yön duygusu zayıf olan kadınlarla dalga geçilmesine itiraz ettiğimiz, alındığımız, öfkelendiğimiz zaman “Ama gerçekler bunlar” diye karşılık alıyoruz genelde, adeta kadının doğasında şoförlüğe ya da yön bulmaya uygun özelliklerin bulunmadığı vurgulanıyor. Peki, madem öyle neden küçümseniyoruz? Madem doğamızda bunlar yok? Doğasında uçmak olmayan kediyi uçamadığı için, doğasında yüzmek olmayan kuşu yüzemediği için küçümsemiyorsak doğasında olmadığını iddia ettiğimiz özellikleri sergilemediğinde kadını neden küçümsüyoruz? Yani maksat kadınların doğasına dair bir kavrayışı ifade etmek değil; düpedüz aşağılamak oluyor genellikle. Buradaki bıkkınlık da bu bitmek bilmeyen aşağılama dolayısıyla ya sürekli olarak kendimizi ispat etmek ya da bu aşağılamaları kabul edip içimize atmak zorunda kalmamızdan geliyor. Ama her halükarda yıpranıyoruz.
Gail: “Kaldıramıyorum. Kaldırabiliyormuşum gibi davranmak için elimden gelen her şeyi yapsam da günün sonunda gidip otel odamda oturup ağlıyorum çünkü olmuyor, yapamıyorum. Ve bu çok sinir bozucu çünkü ben de onlar kadar başarılıyım. Ve bunu söyleme nedenim gerçeğin öyle olmasını arzu ediyor olmam değil; gerçeğin zaten böyle olması. Ben de onlar kadar zekiyim. Benim fikirlerim de onlarınki kadar iyi. Ben de onlar kadar eğitimliyim. Ama benim bunları ispatlamam on kat daha zor. Kimsenin anlamadığı şey bu. Kadın olmak o kadar ızdıraplı bir şey ki hayatta işlev gösteremiyorum ve tek çözümün Jane’den kurtulmak olduğunu hissediyorum.” Buradaki duruma yeterince yakından bakmazsak ataerkinin sıcak fakat insanı ağır ağır yok eden kollarına düşer, Gail’in Jane’den kurtulmak istemesini haklı bulur ve ondan kurtulduğu, yani kadınsı yumuşaklığını bir kenara bırakıp rekabetçi, tuttuğunu koparan, sert, erkeksi bir varoluşu benimsediği takdirde tüm sorunlarının çözüleceğine inanırız (birçok feminist de böyle düşünür). Bu ebeveyn çocuk ilişkisinde de sık rastlanan bir örüntüdür. Ebeveynler de çocuklarının davranışlarından tetiklendikleri zaman çocuğun davranışını yasaklayarak tetikleyicinin verdiği acıdan kurtulmayı umarlar; ama çözüm bu değildir. Bu sadece soruna kulak tıkamaktır. Aslında buradaki soruna biraz daha yukarıdan bakarsak bunun bir kadın-erkek, ebeveyn-çocuk sorunundan çok daha büyük bir baskı sorunu olduğunu, toplum-birey sorunu, yani sistem sorunu olduğunu görebiliriz. Zaten bu toplumsal yapı yüzünden Jane-Gail ikiliği oluşmuş, kadın-erkek, ebeveyn-çocuk birbirinin doğal düşmanı gibi olmuştur. Halbuki öyle olması gerekmez.
Bu yapıda çocukların merakını öldürür, kibirimizden asla vazgeçmediğimiz, “Ben neyi öğretiyorsam onu öğrenecesin”ciliğimize körü körüne bir inatla tutunduğumuz için asıl yaptığımız şeyin çocukların içinde doğal olarak yer alan merak duygusunu öldürmek olduğunun farkına bile varmayız mesela. Sonra da hasbelkader meraklı bir çocuk görünce bu çocuğun dünyaya duyduğu bu ilgiyi överek kendi çocuğumuzu bir daha ezeriz, büyük bir haksızlık yaparak tüm duyarsızlığımız ve aymazlığımızla “Bak ona, nasıl da meraklı. Sen de azıcık meraklı olsana” deriz. Kadınlar ve erkeklerle ilgili olarak da benzer şeyler yaşarız. Bir yandan asabi kadınlara lanet edip bir yandan da, Cem Yılmaz’dan örnek verelim mesela, “Kadın gördüm uçak uçuruyor, kadın gördüm Klimanjaro’ya tırmanıyor, kadın gördüm yer çekimsiz ortamda çalışıyor” deyip, “O kadınların canı yok mu? O kadınlar regl olmuyor mu?” mealinde eleştirilerde bulunduğumuz zaman ya da bir kadının kadınsı olmadığından yakınıp bir yandan da onun kendi ritmine uygun yaşamasına engel olduğumuz, onu belli kalıplara sokmaya, kontrol etmeye çalıştığımız zaman yaptığımız en hafif tabirle kadınları çıkmaza sokmaktır. O uçağı kendi ritmini, aylık döngüsünü hiçe sayarak, doğasına ters hareket ederek uçuran kadının asabi olmaması da kadınsı olması da çok zordur, bunu es geçeriz.
Bu düzenin piyonları haline gelmiş kişiler olarak bir yandan da erkeğin sezgisel olmaması gerektiğini bellemişizdir, ama sezgisel olmaması demek, erkeğin liderlik edememesi, yönetememesi, sorumluluklarının altında ezilmesi demektir. Erkek psişesindeki bölünmüşlüğü gösteren videodaki geleneksel taraf "Duygularla asla işim olmaz, ben duygusal biri değil, mantıklı biriyim ve böyle davranarak ev halkına güven vermek benim görevim." derken mevcut yaygın zihniyeti dile getirmekten öteye gitmediğinin, kendi özünü hiçe saydığının, bu yüzden de ev halkına güven vermekten aslında çok uzak olduğunun farkına bile varmaz. Gerçek maskülen öze daha yakın olan taraf ise şunları söyler: "Çok derinden hissedebilen bir yanım var. Yani ben her şeyi hissederim. Her şeyi hissetmediğin takdirde çevrenle bağlantı halinde olabileceğini ya da her şeyi kendi kontrolün altında tutabileceğini düşünmüyorum. Çevremle o kadar bağlantı halinde olmalıyım ki bir başka erkek bana ve önemsediğim şeylere saldırmaya hazırlandığı takdirde bunu hissedebilmeliyim. Etrafındaki her şeyden kopuksan işleri berbat edersin, görmen gereken bir sürü şeyi kaçırırsın."
Öte yandan o şunları da söyler: “Duygularımı içimden nasıl gelirse öyle ifade etmek benim için hiç sorun değil. Ciğerlerim patlayana kadar bağırabilirim, ağlayabilirim. Ama öncelikle kendilerinden sorumlu olduğum kişilere zarar gelmeyeceğini bilmem gerekir. Aslına bakarsan bunun kadınlar için güzel bir mesaj olduğunu düşünüyorum çünkü kadınlar erkeklerin bu özelliğini anlamıyorlar. Bazen şöyle şeyler söylüyorlar: ‘Neden güçlü durmaya çalışıyorsun? Kendini koyvermelisin.’ Ben de şunu söylüyorum: ‘Hayır, şimdi bunun sırası değil. Ve bu konuda bana güvenmen lazım.’ Bunu duygularımdan kaçındığım için yapmıyorum. Kötü bir sonucu olmayacağından emin olmadığım sürece kendimi tamamen koyveremem. Başka türlü davranıyorsan da çocuksun demektir.” İşte biz, sistemin ezberciliğine kendimizi kaptırdığımız zaman tüm bu nüansları kaçırırız.
Yazıyı sonlandırırken Laurie Helgoe’nun İçedönük Olmak kitabından bir alıntıya yer vereceğim: “Amerikan dışa dönüklüğüyle Japon içe dönüklüğü arasındaki kontrast, Jung’un deyimiyle ‘tek taraflı bir tutum’un sınırlılığını ortaya çıkarır. Kadim Tai Chi sembolü zıtların birbirinin içine akışını ifade eder: Bir yönde fazla ileri gittiğinizde diğerine duyulan ihtiyaç açıkça belli olmaya başlar (Buradaki “bold”seçimi yazara değil, bana ait. [Senem’in notu]). Yang dışa dönüklükle, Batı’yla, Güneşle ve Cennetle ilişkilendirilen parlak güçtür. Yang enerjisi aktif ve maskülendir, ileri, yukarı ve dışa doğru hareket eder. Yin içe dönüklükle ve Doğu’yla ilişkilendirilen karanlık güçtür. Yin enerjisi geriye, aşağıya ve içeriye doğru akar ve dişil, durağan, pasif özellikleri ve bilinçdışı hayatı barındırır. Ay ve Dünya, yin’in özünün cisimleşmiş halidir. Dikkatinizi çekmek isterim ki yin, içinde yang; yang da, içinde yin çekirdeği taşır. Çekirdek, Jung’un gölge -ona dikkatimizi verene kadar yakamızı bırakmayan reddedilmiş yanımız-kavramına benzer. Bu kavramı Amerika ve Japonya ikilisi üzerinden düşündüğümüzde bu iki kültürün birbirinden hem bu kadar korkup hem de bu kadar büyülenmesini açıklamış oluruz: Amerika’nın, yogadan mangaya kadar Doğu’ya ait her şeye; Japonyanınsa Amerikan trendlerine olan takıntısı…” Bunları aslında Amerika yerine erkeği/masküleni, Japonya yerine de kadını/femineni koyarak okuyabiliriz. Artık kadın ile erkeğin birbirinden korkmayı bırakma ve kendi özlerinden gelen güce sahip çıkıp birlikte hareket etme zamanı gelmiştir. Dünyayı içinde bulunduğu yıkım sürecinden çıkarmak, zıt kutupları barıştırmak istiyorsak fazla ileri götürdüğümüz maskülen düzeni feminenlikle yumuşatmaya, kadınlar olarak kendi feminenliğimizi kucaklayıp erkekleri de kendi maskülenliklerini sağlıklı bir şekilde sahiplenmeleri için desteklemeye; erkekler olarak da kadınlar üzerinde güç uygulamak yerine onları koruyup kollamaya ve sorumluluk almaya ihtiyacımız vardır.
*Bu videonun çevirisini şu linkte bulabilirsiniz:
https://tealswantr.wixsite.com/tealswantr/post/kadinlar-neden-%C3%A7eli%CC%87%C5%9Fki%CC%87li%CC%87-mesajlar-veri%CC%87rler
**Bu zihniyete dair bir yazımı şu linkte bulabilirsiniz:
https://www.senembalaban.com/post/ters-ba%C4%9Flanm%C4%B1%C5%9F-i-leti%C5%9Fim-kablolar%C4%B1
***Bu videonun çevirisini şu linkte bulabilirsiniz:
https://tealswantr.wixsite.com/tealswantr/post/modern-erkeği̇n-bölünmüşlüğü
Comments