top of page
Search
Senem Balaban

Evrensel Doğru Zannı

Updated: Feb 23, 2023

Birinin seçimlerine, tercihlerine karışma dürtüsü duyduğumuzda kendimizi garson olarak düşünmemiz faydalı olabilir. Nasıl ki müşteri sipariş verdiğinde garsonun “Ama o sağlığa zararlı” gibi yorumlar yapması abesse bizim de bize fikrimiz sorulmadığı halde karşımızdakinin seçimlerini eleştirmemiz, sorgulamamız ya da ona kendi inancımızı dayatmamız bu kişi ne kadar yakınımız olursa olsun abestir. Burada "inanç" kelimesini ruhani anlamda kullanmadım. Örneğin insanın temizliğin nasıl yapılması gerektiğine ya da neyin temiz olduğuna dair bir inancı olabilir, yolda nasıl yürünmesi, insanlarla nasıl konuşulması gerektiğine dair bir inancı olabilir, doğru beslenmeye dair birtakım inançları olabilir vs. Böyle şeylerin, sadece birer inanç oldukları halde onlara sahip kişi tarafından evrensel mutlak doğrular ya da katı bilimsel gerçekler olarak görülmesi toplumumuzda yaygındır. Müdahale kültürü de bu sayede devreye girer. Haklı olduğumu, en iyiyi/en doğruyu bildiğimi düşündüğüm için bunu dile getirmeyi kendime ve etrafıma borç bilirim. Burada kötü niyet yoktur belki ama bilinçsizlik vardır (Bilinçsizliğin kötü niyetten evla olduğunu da söyleyemeyeceğim öte yandan). Kendi doğrumu evrensel doğru zannettiğimin, gerçeğin sadece bir kısmını görebildiğim halde tamamına hakim olduğuma inandığımın bilincinde olmamamdan kaynaklanır sorunun büyük kısmı.


Bir örnekle açıklamaya çalışacağım: Bir arkadaşımın evinin mutfak penceresine gelen bir martı vardı (martının adı da vardı hatta şimdi hatırlamadığım). Arkadaşım onu beslediğini söylemişti. Bir gün yine mutfaktaydık. Bazı kuruyemişler böceklenmişti, onları ayıklıyorduk. Arkadaşıma göre yemişler böceklenmiş olsa da yenirdi (ve bu konuda kendinden son derece emin görünüyordu), ben olsam atardım (inanç farkı), ama ev onun eviydi, yemişler onun yemişleri, hayat onun hayatı... "Tamam" deyip ayıklamasına yardım ettim. Yiyecek olan arkadaşımdı sonuçta. Neden hepsini çöpe atmamız gerektiğine dair ona vaaz vermeye kalkabilir, uzun uzun mansplaining yapabilirdim, çünkü ben de kendimden epey emindim, fakat işte konu kimin haklı olduğu değildi; konu bunu yaparsam haddimi aşmış, onun hayatına karışmış olacağımdı. Şimdi... Aslında bu, bu kadarıyla bile ilk paragrafta bahsettiğim şeye örnek sayılır. Kişinin kendi doğrusunu evrensel doğru olarak dayatmasına değil, ama dayatmamasına örnek (arkadaşım kendi doğrusunu ortaya koyuyor, ben de onunkinden tamamen farklı olan kendi doğrumu ona dayatmaktan, kendi inancımı mutlak gerçek olarak sunmaktan kaçınarak, onun doğrusuna/inancına saygı gösteriyorum). Ama devamı var:


O arada pencereye martı geldi, ben de yemişleri içine döktüğümüz tepsiyi martıya uzattım. Ve martı gagasını daldırıp atıştıracakken arkadaşım "Napıyorsun" diye haykırarak tepsiyle birlikte beni tutup geri çekti. "O martı bütün gün çöplerde geziyor, ağzı neye değiyor bilmiyoruz" gibi şeyler söyledi. Çok bozulmuştum, ama bozulmamın nedenini de yanlış anladı. Kendi istediğim şey olmadığı için bozulduğumu zannetti. Bir de bağırdığı için... Hayır, bunlardan dolayı bozulmamıştım (tamam, bağırdığı için belki biraz). "Ben bir kuşun gagasının değdiği şeyi yemekten tiksinirim" deseydi anlardım çünkü "kendi" inancını, "kendi" tercihini belirtmiş olurdu o zaman. Fakat beni "çocuk gibi" azarlayınca ve yaptığımın yanlış olduğundan son derece emin bir şekilde konuşup utandırmaya çalışınca hiç iyi hissetmemiştim doğal olarak. "Çocuk gibi"yi tırnak içine almam da boşuna değil. Çocuklara bunu reva görüyoruz zira, hiç hakkımız olmamasına rağmen, sadece gücümüz yettiği için kendi inançlarımızı evrensel gerçekler, değişmez doğrular gibi sunuyoruz onlara ve bu inançlara ters düşen şeyler yaptıklarında azarlayıp utandırıyoruz onları. Haksızlığa uğramış hissettiklerini belli ettiklerinde de kendi istedikleri olmadığı için tepki gösteriyorlar sanıyoruz. Hayır, bundan ziyade nerdeyse her zaman kendilerinin yanlış ve hatalı çıkarılmasına, nerdeyse hiçbir zaman saygı görmüyor olmalarına tepki gösteriyorlar.


Benim bozulmamın da asıl nedeni gördüğüm saygısızlıktı. "Bunun neresi saygısızlık?" diye sorabilirsiniz. Şöyle: Bilimsel olarak kanıtlanmış olduğunu düşünseniz bile (ki yanılıyor olabilirsiniz ya da ileride bilim aksi yönde kanıtlar da bulabilir) kendi tercihinizden ibaret olan bir şeyi karşınızdakine mutlak doğru olarak dayatıyorsanız bu saygısızlıktır çünkü karşınızdaki kişinin ne düşündüğünü, nasıl baktığını, neler bildiğini hesaba katmadan kendi bilginizi ulaşılabilecek en üst ve doğru bilgi olarak konumlandırmış, yanılma ihtimalinizi, bir şeyleri yanlış/eksik anlamış olma ihtimalinizi ya da farklı bir bakış açısının da olabileceği ihtimalini yok saymış, dolayısıyla muhatabınızın öne sürebileceği karşı argümanların önüne daha baştan set çekmişsinizdir. Dediğim gibi, eğer "Ben bir makalede kuşlarla ilgili şöyle bir şey okumuştum, o zamandan beri kuşlarla pek temasta olmak istemiyorum, içim rahat etmiyor" benzeri bir açıklama yapsaydı bunun kendi tercihi, kendi inancı olduğunu vurgulamış olurdu ama o bunu haklılık-haksızlık, doğru-yanlış meselesi haline getirmiş ve daha baştan kendini haklı ve doğru, beni de haksız ve yanlış ilan etmişti.


Bu kişi yakınım saydığım biri olmasaydı bu olayı bu kadar sorun da etmezdim. Sorun ettiğim kısım da neden kızdığımı bir türlü ona anlatamamak, daha da kötüsü kızdığım için onun gözünde her şeye alınan, aşırı tepkiler veren bir manyağa dönüştüğümü görmekti. Bir yakınım bana, ne yaşadığıma, neler hissettiğime bu kadar uzaksa gerçekten yakınım olabilir miydi? Zannetmiyordum. Zaten ondan sonra da ilişkimiz fazla devam etmedi ve arkadaşlığımız bittiği için hep beni, benim "tepkiselliğimi", "alınganlığımı" suçladığını son konuşmalarımızda hep hissettim. Bu arada, insanların (eski) arkadaşımınki gibi tepkiler vermekten tamamen ya da hemen vazgeçmesinin mümkün olmayabileceğinin farkındayım ama zaten bundan daha önemli olan ve dikkate alınmadığında muhatabını kıran şey (bu örnekteki durumda beni de kırmış olduğu gibi) kişinin geri adım atmaya yanaşmaması, üstelik geri adım atmadığı gibi muhatabını fazla hassas olmakla suçlaması, anlamaya çalışmaması, dinlemeye istekli olmaması, “acaba” dememesi, katılığını bozmaması.


Şimdi gelelim konunun özüne. Yazının başında konuyu açarken bahsettiğim şey ("Fikrimiz sorulmadığı halde karşımızdakinin seçimlerini eleştirmemiz, sorgulamamız ya da ona kendi inancımızı dayatmamız bu kişi ne kadar yakınımız olursa olsun abestir" düşüncesi) ile böceklenmiş kuruyemiş ve martı örneği ilk bakışta pek bağdaşmıyor gibi görünebilir; ama aslında özde aynı şeyi anlatıyor ikisi de. İkisinin de ardında "Doğruyu ben biliyorum, sense hatalısın" kibiri var. Diğer taraftan burada şöyle bir not düşmekte fayda olacaktır: Kişi gerçekten de bir konuda uzman olabilir. O konuda genelgeçer bilgilere sahip bir insanın yanına bile yaklaşamayacağı kadar okumuş, düşünmüş, araştırma yapmış, ufkunu geliştirmiş, bilgi edinmiş olabilir ve böyle kişilere uzman olduğu konu hakkında söz hakkı verilmesi, onun bilgi ve birikiminden faydalanılması muhteşemdir, böyle insanların bilgisinden yararlanabilmek bir lütuftur ve bu bambaşka bir konudur. Biz burada kulaktan dolma bilgilerle ahkam kesilmesinden söz ediyoruz, bu bir. Böyle dolu, birikimli kişilerin bile siz istemediğiniz halde, konu onların uzmanı olduğu alanla ilgili olsa dahi, size "Senin için doğrusu budur" deme hakkı yok, bu iki.


Öte yandan eğer karşınızdaki kişi sizin için içtenlikle endişelenen biriyse ve kendinize dönülmez bir zarar vereceğinizi apaçık görüyorsa doğal olarak bunu mutlaka dile getirmek, kendi kolunu bacağını korur gibi sizi korumak isteyecektir, bu da farklı bir şeydir. Bu durumdaki içtenlik ve alçakgönüllülük zaten hissedilir ve yine sagısızlık/sınır ihlali kategorisine girmez. Sonuçta kimse kolunu bacağını zarar görmekten korumaya çalışırken büyüklenmez, havalara girmez (Teal Swan birini kendine ait bir nesne olarak görmekle onu kendinden bir parça olarak görmek, yani sevmek, arasındaki farkı anlatırken bu örneği veriyordu). Gelgelelim geri kalan müdahaleler, yani toplumumuzda yapılan müdahalelerin çoğu, bilgi ve birikim barındırsa bile sevgi değil, kibir kaynaklıdır ki genelde yüzeysel, kulaktan dolma olanlar haricinde bilgi ve birikim de barındırmaz zaten (bir konuda en faydalı, en iyi düşünülmüş, en kapsamlı tavsiyeleri verebilecek kadar birikimli olan kişiler mutlak bir tonda tavsiye vermekten de çoğunlukla kaçınırlar, çünkü bildiklerinin yanında bilmediklerinin ne kadar çok olduğunun farkındadırlar). Kibir kaynaklı müdahalelerin küçük olması da onları masum kılmaz çünkü asıl bu günlük, kolay tespit edilemeyen, ihlalliği kolay kabul ettirilemeyen müdahalelerdir ufak ufak birikerek koca bir azaba dönüşen.


Lavabolarımızın, çaydanlıklarımızın, bardaklarımızın parlaması çok hoşumuza gidiyor, bize haz veriyor olabilir, bu başka bir şeydir, bunların parlak olmasını sağladık diye kendimizi üstün görmemiz, çok temiz olduğumuza ve bunu yapmayan insanların pis olduklarına inanmamız başka şey... Evinde toza asla yer olmayan ama dişlerini hiç fırçalamayan, kıyafetleri asla lekeli ya da buruşuk olmayan ama sürekli zehirli gıdalarla beslenen bir sürü insan biliyorum. Gerçekten temiz olan insan evi kadar dişlerinin de temiz olmasına özen göstermez mi? Ya da kıyafetleri kadar bedeninin içini de temiz tutmaya çalışmaz mı? Sadece soruyorum, bu soruların herkes için geçerli belli bir cevabı olduğunu düşündüğümden değil. Ama bazı insanların temiz olmaktan çok temiz görünmeye önem verdiğini biliyorum ve konuyu temizlikten çıkarırsak, çoğu kez aslında belirli bir şekilde görünmemiz gerektiğini düşündüğümüz için yapıyor olduğumuz şeylerin kesinkes öyle yapılması gerektiğine, doğrusunun bu olduğuna kendimizi ve çevremizi inandırmaya çalıştığımızı düşünüyorum. "Ben bunu böyle yapıyorum"dan ziyade "Bu böyle yapılır" demeyi tercih ediyoruz çünkü ilk cümleyi tercih edersek yaptığımız şey sorgulanmaya açık oluyormuş gibi hissediyoruz (insanların birbirinin tercihlerini yargılamasını normal gördüğümüz için). Ayrıca inançlarımızın takıntı ya da hassasiyet düzeyinde olduğuna ve takıntının/hassaslığın kötü bir şey olduğuna (bilincinde olarak ya da olmayarak) inanıyorsak takıntı/hassasiyetlerimizi mutlak gerçekler olarak lanse etmediğimiz takdirde çok kırlıgan bir pozisyona düşeceğimizi, deli, kaçık, tuhaf muamelesi görebileceğimizi içten içe biliyoruz. Bu yüzden de inançlarımızın evrensel mutlak doğru değil de "benim tercihim" olduğunu ima eden her şeye ve herkese düşmanca davranıyoruz.


Kendi rahatsızlık duyduklarımız, hassasiyetlerimiz yüzünden, bir şeyler hassas noktalarımıza değip bizi rahatsız ediyor, belki sarsıyor ya da canımızı acıtıyor diye dış dünyayı kendimize uydurmaya çalışırken bir yandan da gururumuzu korumaya gayret ettiğimiz için, yani o hassasiyeti açığa vurmayıp bütün sorumluluğu karşıya yüklediğimiz halde kendi yaklaşımımızın sorgulanamaz olduğunu vurguladığımız için çıkıyor mesele. Örneğin belli yaş aralığında ve belli bedensel özelliklere sahip kadınları cinsel nesne olarak görmeye, gözleriyle taramaya alışmış, alışmanın da ötesinde bunu otomatik olarak yapan bir erkek sütyensiz gezen ya da göğüs dekoltesi olan bir kadını hemen fark edecektir. Bu erkek böyle kadınlar için "Göğüslerini gözümüze soktu, cinsel hislerimi uyandırdı yok yere" gibi cümleler kurmak yerine toplumsal ve kişisel programlanmasından dolayı böyle hissettiğini fark edip bunu kabul ederek "İstediğiniz gibi giyinmekte özgür olmalısınız, biliyorum, doğrusu bu, ama biz çok zorlanıyoruz" gibi bir yaklaşımla, uzlaşmacı, kapsayıcı bir tavırla, ötekileştirmeden, nesneleştirmeden konuşsa, kendisi de sorumluluk alsa bu kadar çatışma çıkmayacak.


Başka bir örnek çocuklarla iletişimden olsun. Çocuğa, eve evcil hayvan alınsın diye tutturduğu için önce onu geçiştirmek adına anı kurtaracak yalanlar söyleyip sonra bunlar da yeterli gelmeyince kızıp onu azarlamak yerine baştan "evcil hayvanın olmasını ne kadar istediğini biliyorum ama şu anda ben bununla baş edecek durumda değilim, hem onun mama veteriner vs masrafına yetecek param yok hem de onunla ilgilenecek zamanım ve enerjim yok. Çok üzgünüm sana bunu veremediğim için. Bu senin hakkın biliyorum. Ama koşullar da böyle, gerçek bu" gibi bir açıklama yapılsa "doğruya ben karar veririm" tavrına girmeden, vaaz moduna geçmeden içinde bulunlan durum "bu ideal değil, biliyorum ama elimden gelen bu kadar" türü cümlelerle içtenlikle, nazikçe, şefkatle açıklansa çocuk kendi bakış açısına saygı duyulduğunu hissettiği için çoğumuzun ondan beklemeyeceği bir olgunluk gösterecektir. Ama biz dayatıyoruz. Çünkü vaktimiz yok saygı göstermeye. Saygı göstermek dinlemeyi içeriyor, dikkate almayı, kafa yormayı içeriyor. Enerjimiz ve vaktimiz yok buna.

75 views1 comment

Recent Posts

See All

Sohbet Bükücüler

Bizimki, anlatmaya izin vermeyen bir kültür. Biri bizimle bir derdini paylaştığında, bize içini döktüğünde*, illa bir sıkıntı da olması...

1 Comment


Oğuz Bayraktar
Oğuz Bayraktar
Oct 18, 2023

Son paragrafınıza yorum yapmak istedim. Anne baba çocuğa mantıklı açıklama yapmaz, çünkü otoritesinin gereği yetersizliklerini çocukla paylaşmaz. Böylece otoriter sistemini çocuğun kişiliğini ezme pahasına sürdürür.

Like
bottom of page